"YANKI YERİNE SES OLMAYA NİYETLİ YENİ KUŞAK"


Başka bir kuşak geldi ve sorunun konumunu değiştirdi
Jean Paul Sartre[1]

Her kuşak kendi problematiğini doğurur ve bir sonraki kuşağa aktarır. Bu anlamıyla kuşaklar kültür sanat ve medeniyet aktarmanın yanı sıra devasa problemleri de kendinden sonrakilere bırakır. Günümüz kuşağının tartıştığı birçok sorun yüzlerce yıl önceden kalan kuşağın bakiyesidir. Ortadoğu özelinde baktığımızda, yaşanan birçok savaş bir anlamda kültürel emperyalizm uzantılı ve bu emperyalizmin yarattığı haksızlıkların savaşlardır. Her sistemin kendi kuşağının karakterini oluşturduğunu varsayarsak 100 yıla yakın Türkiye Cumhuriyetinin ulus devlet yaratma sürecinde farklı karakterde kuşakların belirginleştiğini söyleyebiliriz. Cumhuriyet boyunca oluşmuş üç Kürt kuşağın olduğunu görebilmekteyiz.
Birincisi, cumhuriyetin kurulduğu dönemde Kürt isyanlarına öncülük eden kuşak, ikincisi ilk kuşağın bastırılmasıyla kendisinden sonraki suskunluk dönemi kuşağı da diyebileceğimiz 1940 ve 1980 arası kuşağı ve bir diğeri son kuşak olan Kürt çocuklarının metropollerde üniversitelerle tanışması, savaşın içinde doğup büyüdükten sonra sistemi sorgulayıp sarsar hale gelen kuşak diye ayırabiliriz. Bu kuşakların her biri farklı şartlarda büyüdü ve kendilerine özgü algılamalara sahip oldular.
Özünde bir kültür varlığı olan insan değişimini içgüdülerin yerini kültürün almasıyla ileri bir evreye taşınmıştır. Kültür, insanın yalnız çevresine uyma olanağı vermedi aynı zamanda çevreyi kendi ihtiyaçlarına göre tasarlama şansı da bahşetti. Bu tasarlama süreci kuşaktan kuşağa farklılık göstermektedir.
Sudan Korkan Adamlar filmi üzerinden iki farklı Kürt kuşağını seçtiğim bu yazıda, kuşaklar arasında mücadele yöntemlerinin farklı olduğunu görebiliyoruz. Bu mücadele yöntemleri toplumsal ve kolektif hafızanın pratikleşmesi ve bunun kültürel bellek üzerinden deneyime tabi tutulması ve bu belleğin kitleleri harekete geçirme gücü ve hareketin şeklini belirleme yetisinin olduğunu anlayabilmekteyiz.
Johann Gottfried Herder’e göre ‘Her ulus kendi kültürü içinde kendi yazgısını gerçekleştirmelidir.’[2] Çünkü her kültür kendi içinde insanlığın farklı bir yanını dile getirir. Herder’in belirttiği kendi yazgısını belirleme hakkı her iki Kürt kuşağının elinden alınmıştır. Eski Kürt kuşak dediğimiz kişiler bunu kabul etmektedir ama yeni kuşak diye tanımladığımız kişiler ellerinden alınan yazgısını belirleme yetisini tekrar kazanmak niyetindedir. Kültür toplumsal bir olgu olduğu için kolektif bir karakter kazanmaktadır, bu da kişinin bireysel birikiminin ötesine taşınmasını sağlar. Bu kolektivizm kuşakların mücadele yöntemlerine de yansımaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ve PKK gerillaları arasındaki çatışmalardan bahsedildiğinde genel olarak savaşla büyümüş, bir nevi savaşın içine doğmuş kuşağın savaş ve barış durumuna kendisinden öncekilerden farklı bir noktada durduğunu ve olayları farklı okuduğu söylenir. Her ne kadar bu savaş durumu devam eden bir süreç olsa da –bu birçok açıdan somut bir söylemin oluşmasına engel olmaktadır- yapılan yorumlardan, aktörlerin açıklamalarından böyle olduğunu anlıyoruz. Bu yazıda Selim Akgül ve Seren Gel tarafından çekilen Mêrên Ji Avê Ditirsin (Sudan Korkan Adamlar) (2011)[3] filmi bağlamında yeni ve eski Kürt kuşağının devletle ilişkisi ve olaylara bakış açısı üzerine duracağız.
Eski ve yeni Kürt kuşağını sorunsallaştırırken, bu kuşakların belli bir sınırının olması ya da üyelerinin belirtilmesinin somut bir göstergesi yoktur. Kuşak belirlemelerinde teknolojik, siyasal, kültürel farklar etkili olmaktadır. Biz Kürt kuşaklarını ayırırken önemli siyasal gelişmeleri ve toplumsal mücadeledeki yöntem değişikliklerini baz alacağız. Bu yazı eski ve yeni kuşak farkını Kürt gerillaların silahlı eyleme başlaması ve ondan daha önce de bu silahlı eyleme götüren süreci sınır olarak kabul etmektedir. Elbette bu kesin olarak çizilen kuşak farkı çizgisi değildir ama büyük bir belirleyen olduğu kuşkusuzdur.
Yeni kuşağın sosyo-psikolojik durumuna geçmeden önce eski kuşak olarak ele aldığımız Kürt kuşağının durumuna bakmamız gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra tek ulus yaratma özlemiyle girişilen toplum mühendisliğinin çıktılarını günümüze kadar görmekteyiz ve daha uzun bir süre daha bu etkinin devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu tek ulus yaratma durumuna karşı en direngen kesim Kürt toplumu olmuştur ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürtlerle devlet arasında birçok çatışma yaşanmıştır.
Bunlardan ilki 1925 Şeyh Said-Azadi Ayaklanması, ikincisi 1926-1930 Ağrı Dağı İsyanı ve son olarak Dersim (1938-39) hareketi olmuştur. Elbette bunlardan bağımsız birçok büyük-küçük başka isyan ve direnişler gerçekleşmiştir. Bütün bu Kürt kalkışmaların bastırılmasından sonra Kürt coğrafyası ve Kürt halkı derin bir sessizlik dönemine girmiştir. Bu sessizlik döneminde elbette devlet; mecburi iskân, köy boşaltmaları ve sürgün politikalarıyla baskılarını devam etmiştir. Eski kuşak olarak tanımladığımız Kürt kuşağı bu sessizlik ve ağır baskı döneminde yaşamış ya da bu süreçte doğmuştur. Birçok açıdan bastırılmış, devletin ağır yaptırımlarıyla yüz yüze kalmış bir kuşlaktır. Bu dönemin siyasetçileri böyle bir süreç içinden çıkmıştır.
Başta belirttiğimiz gibi kuşaklar için somut sınırlar olmasa da kendisinden önceki dönemden farklı mücadele yöntemleri belirleyen ve bu yöntemlerde değişikliğe giden yılları temel almaktayız. 1984’ten önceki dönemde silahsız mücadele olan yöntem değişmiş ve silahlı bir döneme evrilmiştir. Tabi, yeni kuşak diyebilmemiz için bu silahlı dönem içinde büyümüş kuşağın mücadelede aktör olmasını beklememiz gerekmektedir. Bu da yaklaşık 1990 ve sonrası döneme denk gelmektedir. Bilindiği gibi silahlı mücadele yöntemi eski kuşak olarak tarif ettiğimiz kişiler tarafından başlamıştır ama bu kuşak üste belirttiğimiz gibi silahsız mücadele döneminde doğup büyümüş kişilerden oluşmaktadır.
Eldeki Kürt sineması hakkındaki verilerden de anlaşılacağı gibi mikro hikâyeleri kendisine kaynak edinen politik eksenli bir sinemadır. Bu politiklik hali insanları belli ideolojik yönlendirmeden ziyade Freudvari gerçekten yaşanmış, çocukluk sarsıntıları misali sürekli rahatsız eden olaylara kamerayı çevirir. Beyaz perdede akan olayları birçok Kürt bireyi bizzat yaşadığı ya da ebeveynlerinden dinlediği için olaylar gerçeklik çerçevesinde akar ve var olan kolektif belleği yenileme işlevi görür.
Bir gösterme ve gösterilme aracı olan sinema diğer sanatlardan farklı olarak yıllardır inkâr edilen ve görmemezlikten gelen Kürt halkının gerçekliğini ve görünürlüğünü daha iyi ortaya koymaktadır. Sudan Korkan Adamlar (Mêrên Ji Avê Ditirsin) filmi nehrin kıyısında ‘büyük’ taşlar yuvarlatan ‘küçük’ bir çocuğun görüntüsüyle başlamaktadır. Devamında filmin merkezine yerleşecek taşların neden yuvarlatıldığı anlayacağız. Jenerik akışında filmin “gerçek bir yaşamdan esinlendiğini” anlıyoruz. Filmin ana karakterleri olan baba ve oğul suyun-nehrin kıyısındaki evlerinde yaşamaktadırlar. Baba balkondaki bir sedirde uzanmaktadır. Nehrin karşı kıyısından çalınan bir ıslıkla alelacele ayakkabısını giyip nehre doğru koşar. Karşı kıyıda üç asker ve komutanları beklemektedir. Çocuk askerlerin babasının sırtına binip karşıya ‘sağ salim’ geçmesine tanık olur. Askerler adamın sırtında karşıya geçtikten sonra adama bir konserve verir. İç çekimde kamera baba ve oğlun yemek yiyişini gösterir ama sofrada askerlerin verdiği konserve yoktur, konserveler pencere kenarında açılmadan istiflenmiştir. Konservelerin çokluğundan bu ‘karşıya geçişlerin’ uzun bir süreden beri devam ettiğini anlıyoruz. Gece yatağından kalkan çocuk insanların geçebileceği şekilde nehre büyük taşlar yerleştirir. Ertesi sabah tekrar askerler geldiğinde bu yapılan köprüyü beğenmezler ve tekrar babanın sırtına binip karşıya geçerler.


Son sahnede çocuk ile babanın yüzüne odaklanan kamera yorumlamamızın önünü açacak emareler vermektedir. Baba askerleri sırtında taşıyıp taşımama da kararsızdır ama yıllardan bu yana gelen kabullenilmişlik ağır basar. Çocuk ise babasının bu tavrı karşısında hınçla elindeki çubuğu nehre doğru fırlatır. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını çocuğun yüzündeki hınçtan ve çubuğu fırlatışından anlıyoruz. Özcesi “yeni kuşak sorunun konumunu değiştirmeye” adaydır.
Yazının başında çizdiğimiz çerçeve bağlamında eski kuşağı babanın yeni kuşağı çocuğun temsil ettiğini kabul ediyoruz. Baba, uzun süreden beri devam eden bu haksız durumu kabul etmiş ve böyle devam etmesini içselleştirmiştir. Babanın askerleri sırtında taşımanın bedeli, devletin bir “lütfü” olarak verilen konserveler karşılamaktadır. Konservelerin çokluğundan eski kuşağın bu tür bir çok travma yaşadığını, eskiden beri devam ettiğini anlayabiliyoruz. Yeni kuşak olan çocuk bu haksız durumu kabul edememektedir ve buna bir çıkış yolu arama ihtiyacı hissetmektedir. Bu her ne kadar baba için daha zor duruma düşmeye sebep olmakta olsa da kaçınılmazdır.
Hayatı temsil eden sudan –hem de küçücük sudan- korkan asker adamları bir tarafa bırakırsak, kendi eliyle yaptığı köprünün yıkılışına tanık olan kuşak doğal olarak yeni bir köprü yapmak yerine, karşı tarafı köprü yapmaya zorlar. Şayet köprü yaparsa da eski kuşağın/babanın kabullenilmişliğinden taşları sökerek köprü kurar.
Yazıda konu ettiğimiz iki farklı Kürt kuşağını anlatan ve onların olaylara bakışını en iyi anlatan Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nin 1988’de Şili’nin başkenti Santiago’da yaptığı konuşmadır.  Galeano “Horgörü tarihe ihanet eder ve dünyayı parçalar. Güçlü düşünce imalatçıları bize sanki yokmuşuz gibi davranır ya da sanki aptal gölgelermişiz gibi. Sömürgeci miras, üçüncü sınıf insanlar tarafından mesken tutulan Üçüncü Dünya denileni, galiplerin belleği kendi belleğiymiş gibi kabul etmeye ve kendisinden uzak bir yalanı kendi gerçeğiymiş gibi kullanmak üzere satın almaya zorlar. İtaatimizi ödüllendirirler, zekâmızı cezalandırırılar ve yaratıcı enerjimizin soluğunu keserler. Biz düşünülenleriz ama düşünenler olamayız. Yankıya hakkımız var ama sese yok, yönetenler bizim papağanlık yeteneğimizi över. Biz hayır diyoruz: bu pespayeliği kader olarak kabul etmiyoruz.”[4] demektedir. Çocuk ‘yalanı kendi gerçeğiymiş’ gibi alıp kullanmıyor ve yankı yerine ses olmaya niyetlidir. ‘Pespayeliği kader olarak kabul etmemeye’ kararlıdır.
Carl Schmitt Siyasi İlahiyat[5] kitabına meşhur giriş cümlesi “Hükümran, olağanüstü hale karar verendir”le başlatır. Schmitt’e göre olağanüstü hal devletin özel uygulamasıdır. Filmden anlaşıldığı gibi olağan olan şey askerlerin nehrin üzerine taş köprü yapıp oradan geçmesidir ama Schmitt’in deyimiyle “olağan üstü hale karar veren devlet” bunun tersi yönde bir uygulamayı hayata geçirerek “karar veren olma” özeliğini göstermektedir. Filmde bu olağan üstü hali olağan karşılayan baba ve bu durumdan çıkış yolu arayan bir çocuk profiliyle karşılaşmaktayız.
Sonuç olarak her kuşağın beynindeki anılar capcanlı durmaktadır. Kimi kuşaklar kendilerinden önceki kişilerden aldığı değer yargılarını olduğu gibi kabul etmekte kimi kuşaklar ise kendi yazgısını belirleme adına kimi kültürel, mücadelesel değişiklere gidip yeni yollar bulmaktadır. Nehre karşı hınçla elindeki çubuğu fırlatan yeni kuşak mensubu çocuk kendi yazgısını belirleme ve ‘sorunun konumunu değiştirmeye’ adaydır. (AT/EKN)
------------------------------------------------------------------
[1]Fanon, F. (2001). Yeryüzünün Lanetlileri. İstanbul, Avesta Yayınları
[2] Cuche, D. (2013). Sosyal Bilimlerde Kültür Kavramı. İstanbul, Bağlam Yayıncılık
[3] Sudan Korkan Adamlar filmi online https://vimeo.com/57089731adresinden izlenebilinir.
[4]Galeano, E. (2006). Biz Hayır Diyoruz. İstanbul, Metis Yayınları
[5]Schmitt, C. (2002). Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm. Ankara, Dost Yayınları

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.