AURA’SINI KAYBEDEN SANAT YAPITI; YA DA HİÇSİZLEŞEN SANAT, BENJAMİN’İN SANAT KAVRAMINI VE YENİDEN ÜRETİLEBİLİRLİĞİ ANLAMADA BİR DENEME
Tarihin her
döneminde, o dönemin politik özeliğine, düşünme tarzına, teknolojik
gelişmelerine ve zevklerine bağlı olarak değişik sanatsal anlatım biçimleri
doğar. Zevk, insan doğasının bilinmeyen yönlerinin ortaya çıkartılması kadar,
toplumsal yapıyı belirleyen ve sınırları az çok belli olan yaşam koşullarına
bağlı olarak biçimlenir. Kralların etkin olduğu dönemindeki sanatta, portelerde
hükümdarlara yaraşır bir görünüm sergileme hevesi baskındı. Bu ancak ve en iyi
portelerde yapılabiliyordu. Aynı şey burjuvazinin egemen olmaya başladığı
dönemde de geçerli bir savdır. Aydınlanma Çağı ve akabinde sanayi devriminin
bütün hayatı olduğu gibi sanatı da kökten değiştirmesi kaçınılmazdı. Bunu şu
şekilde formüle edebiliriz; Bu sanatsal üretimler; toplumun gereksinimlerinden
ve geleneklerinden doğar ve bir şekilde bunları yansıtır.
Toplumsal
yapıdaki ve teknolojideki her değişim beraberinde sanatsal anlatım biçimlerini
de dönüştürdü. 19. yy. makinelerin hüküm sürdüğü dönemde sadece portrelerdeki
yüzler değişmedi, bunun yanı sıra sanatsal üretim şekilleri de değişime uğradı.
Bu yeni teknolojik gelişmeler (litografi vb.) sanatın geçireceği evrimde çok
önemli belirleyenler oldu.
Bu değişimi
en iyi gözlemleyebileceğimiz, bu değişimin getirdiği sorunları, açmazları ya da
olanakları en iyi anlayabileceğimiz metinlerden bir tanesi de Walter
Benjamin’in 1935 yazıp yayınladığı “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği
Çağda Sanat Yapıtı” adlı eseridir. Bu yazıda da konu edeceğimiz metin olan bu
makale, yazıldığı tarihten bu yana tartışma konusu olmuş, birçok çalışmaya
kaynaklık etmiş bir çalışmadır. Makale temel olarak kapitalizmin yükseliş
dönemine denk gelen bir çağda sanat yapıtının bundan etkilenmesi üzerine
durmaktadır. Bunu da teknolojinin sanatsal üretimi ve teknolojiyle aracılanmış
sanat ürünün yeniden üretimini sorunsallaştırmaktadır.
Walter Benjamin’in de dâhil olduğu Frankfurt Okulu modern
toplum üzerine yaptıkları eleştirilerinde,
teknolojinin ve bu teknolojinin sermayedarlarının toplum üzerinde kurmuş
oldukları tahakküm ilişkileri üzerine durmaktadırlar. Eleştirel teoriye dâhil
olan bu okul ağırlıklı olarak kültürel çalışmalar ile kültürel üretim, ekonomi
politik, kültürel yapıtların sınıfsal mücadelede aracı haline gelmesine kadar
çeşitli alanlarda tezler ortaya koymuşlardır. Her ne kadar Benjamin okulun
diğer üyelerinden belli oranda farklı düşünse de kültürün toplumu manipüle
ettiğine inanırlar. Bunu da ‘Kültür Endüstrisi’ olarak kavramlaştırdıkları
tezlerinde kültürün toplum tarafından değil egemen olan sınıflar tarafından
üretildiğine bağlamaktadırlar. Buda mevcut olan haksız durumun devam etmesinden
başka işe yaramadığını söylemektedirler.
Sanatın
yeniden üretilmesini izlerini Marx’ta da görebilmekteyiz. Marksist teorinin
özünü oluşturan kapitalist üretimin eleştirisi ve karşı bir sistem oluşturma
istenci sanatta da kendisini göstermiştir. Seri üretimin bütün alanlarda etkin
olduğu bir dönemde bunu sanatta da kendini göstermesi kaçınılmazdı. Giséle Freund Fotoğraf ve Toplum adlı eserinde
sanatın tekniğin olanaklarıyla yetiden üretim döneminde zanaat olmaktan çıkıp
nasıl sanayi dönüştüğünü şu cümleleriyle belirtmektedir: “1867 yılında atölyede
yüzden fazla işçi çalışıyordu ve o döneme kadar bir zanaat olarak kabul edilen
çoğaltım mesleği, artık bir sanayi dalına dönüşüyordu.” (Freund, 2006:91) Benjamin
bu tartışmaların ayyuka çıktığı bir dönemde bunu yazması birazda dönemin
tartışma çerçevesiyle bağlantılıydı.
Sanatta
kapitalist üretimin en belirgin olduğu alan kuşkusuz görüntüydü ve bununla
bağlantılı olarak fotoğrafçılıktı. Sanat, fotoğraf makinesinin bulunmasıyla
büyük dönüşüme uğramıştır. Fotoğrafın öncülü olan porte uzun süre belli
toplumsal sınıfların tekelinde kaldı ve gelişimini bu yönde sürdürdü. Porte
yapmakta etkili olan şey kişinin kendini ya da sınıfını ortaya koyma çabasıyla
doğrudan bağlantılıdır. Belli sınıfların egemenliği altında olan portre fotoğrafın
bulunmasıyla ve yaygınlaşmasıyla yeni oluşan diğer sınıflara da sirayet
etmiştir. Kamusal alana giren fotoğraf bu alanda belli demokratikleşme
sağlamıştır. Bunu belli sınıfların hizmetinde olan minyatür ve porte
sanatındaki sanatçı sayısıyla fotoğraf makinesiyle çalışan üreticilerin
sayısındaki artışta rahatlıkla görebilmekteyiz. Giséle Freund, bu gelişme
hakkında şöyle demektedir: “O tarihe kadar sanat yapıtları, sınırlı sayıda
izleyici tarafından görülebiliyordu; milyonlarca kopyanın üretilmesiyle büyük
izleyici kitlelerine ulaşabilirlerdi. Bu evrim süreci gravürle başlamış ve
litografiyle devam etmişti; ama sanattaki tekil yaratımın büyüsünün kaybolması,
fotoğraf tekniklerinin gelişmesiyle gerçekleşti.” (Freund, 2006:89) Freund
şöyle devam etmektedir: “Fotoğraf, sanat yapıtını, boyutlarını tanınmaz hale
getirecek, bu sanat yapıtını inzivadan kurtarma yolunda büyük bir adım
atmıştır. Bugün, orijinali kilometrelerce uzak bir müzede bulunan sanat
yapıtının tıpkıbasımını, evde, çalışma lambasının ışığı altında incelemek
mümkündür.” (Freund, 2006:90) Benjamin’in bahsettiği teknik olarak çoğaltım
kişinin eserle istediği ortamda ilişki kurmasına olanak tanıdığı yadsınamaz.
Walter
Benjamin “Öykünme Yetisi Üzerine” adlı denemesinde insanın doğasında bulunan
öykünme yetisinden hareketle ve bu öykünmenin insanı taklit üretmeye etkisi
hakkında şöyle demektedir: “Doğa benzeşimler üretir, bir tek teklidi düşünmek
yeter. Ne var ki en yüksek benzeşim üretme yeteneği insanda bulunur: Sahip
olduğu benzeşim görme yeteneği, benzeşerek kendini korumaya ilişkin geçmişte
güçlü olan bir dürtünün kalıntısıdır. Öykünme yetisi insanın belki de tüm
yüksek işlevlerinde mevcuttur.” (Benjamin, 1998:11-13) Benjamin’in bahsettiği
bu ‘öykünme’ ve ‘benzeşim’ isteği çağdan bağımsız düşünülemez. Bütün değerlerin
parayla ilişkilendiği bir dönemde ve bütün nesnelerin fetişleştiği bir düzlemde
insanların ‘öykünmesi’ sanat eserini bağlamından kopartıp aurasını yok
etmektedir.
Benjamin
sanat yapıtının her zaman yeniden üretildiğini söylemektedir ve bu üretimleri
şöyle sıralamaktadır: “Öğrenciler sanat alanında araştırma amacıyla, ustalar
yapıtların yaygınlaşmasını sağlamak için ve nihayet üçüncü kişiler de kazanç
uğruna bu türden sonradan çalışmaları gerçekleştirmişlerdir.”( Benjamin, 2012:52)
Kuşkusuz Benjamin’in saydığı bu üretim tarzlarıyla sanat yapıtının teknik
aracılığıyla yeniden üretilmesi başka bir olgudur. Yeninden üretimde Benjamin’in
bahsettiği olguya ulaşabilmek için birçok baskı tekniğinin denenip gelişmesini
beklememiz gerekmektedir. Tahta baskı, bakır baskı ve nihayetinde seri üretimi
sağlayabilecek olan taş baskı sanatın üretim şeklini de değiştirmiştir.
Litografi, (taşbaskı) üretimi kitleselleştirmesin yanı sıra hayatın her alanına
taşımasına da olanak tanıdı. “Fotoğrafla birlikte insan eli, resmin
yeniden-üretim süreci içermesinde ilk kez en önemli sanatsal yükümlerinden
kurtuldu; bu yükümler artık yalnızca objektife bakan göz tarafından üstlenildi”
diyen Benjamin (Benjamin, 2012:53) fotoğrafın artık ‘konuşmayla atbaşı
gidebilecek hıza eriştiğinin’ altını çizmektedir.
Sanat
yapıtının yeniden üretim çağında karşılaştığı en büyük sorun olan ‘şimdi ve
burada’lığı’nı Benjamin şöyle açıklamaktadır: “En etkin düzeydeki
yeniden-üretimde bile eksik olan bir yan vardır: sanat yapıtının şimdi ve
burada’lığı –başka deyişle bulunduğu yerde biricik niteliğini taşıyan varlığı.”(Benjamin,
2012:53) Yeniden üretilen sanatta yeniden üretim gerçekleştiği andan itibaren o
eserin tarihte oynadığı rol ve bütün bu süreç boyunca var olan etkisi bir
kenara bırakılır. Orijinal sanat eserinin üzerinde zamanla oluşan değişimler,
eklemelerin hiçbir izini yeniden üretilen eserde göremeyiz. Buna sanat eserinin
fizik ve kimya bilimleriyle yaşının özelliğinin belirlenmesi de dâhildir. Kopya
eser artık tarih içinde belli bir konumu olan eser değildir.
Elbette
sanatın yeniden üretim sürecini ve bu sürecin getirdiği açmazı en iyi açıklayan
“hakikat” kavramıdır. Yeniden üretimin kısıtlı olduğu ya da olmadı orta çağ ve
öncesinde eserin hakiki olup olmaması gibi bir sorunu yoktu ama tekniğin
gelişmesiyle birlikte “hakikat” kavramı sanat alanına dâhil olmuştur. Benjamin
sanat yapıtının hakikiliği hakkında şöyle demektedir: “Bir nesnenin hakikiliği,
maddî varlığından tarihsel tanıklığına değin, başlangıçtan bu yana o nesnede gelenekleşmiş
olanların bütününden oluşur.”( Benjamin, 2012:55) Eserdeki hakikatin
katledilişi insanlarla bağının kesilmesine ve tarihsel tanıklık öğesinin
sarsıntıya geçirmesine sebep olmuştur. Brecht’ten ““gerçekliğin yansımasının”
gerçeklik hakkında hiçbir şey açığa çıkarmaması, durumu daha da karmaşık hale
getirir” (aktaran Benjamin, 2012:49) sözünü aktaran Benjamin, kopya eserin
gerçekliği nasıl simüle ettiğini açıklamaktadır. Simülakrlar ve Simülasyon adlı
eserinde “Bir köken yada gerçeklikten ya da bir gerçeklikten modeller
aracılığıyla üretilmesiyle hiper-gerçek yani simülasyon denilmektedir,”( Baudrillard
1998:11) diyen ve gerçeklik hakkında çalışmaları olan çağımız düşünürü Jean
Baudrillard, sonsuz sayıda gerçekliğin üretilmesi hakkında da şöyle demektedir:
“Günümüzde gerçek artık minyatürleştirilmiş hücreler, metrisler, bellekler ve
komut modelleri tarafından üretilmektedir –bu sayede yeniden üretilebilmesi
mümkün olmaktadır.”( Baudrillard 1998:12) Baudrillard yazısının devamında
‘gerçeğim bir daha hiç dönmeyeceğini’ idea etmektedir.
Paul Klee, Angelus Novus, 1920 Benjamin'in "Tarih Meleği" |
Hakikatin
yanı sıra sanat eserinin aurasıda sarsıntıya uğramıştır. Yeniden üretimden önce
sanat yapıtı sadece belli mekânlarda bulunmaktaydı ve bu sanat yapıtına özel
bir atmosfer katmaktaydı. Yeniden üretimle sanatın artık her yerde olması her
ne kadar sanattı demokratikleştirmişse de, eserin aurasını bozmuştur. Walter
Benjamin başka bir eseri olan Fotografinin Küçük Tarihi adlı eserinde aurayı
şöyle açıklamaktadır: “Gerçekten de bu hale de neyin nesi ki? Zaman ve mekânın
gerip bir biçimde iç içe geçmesi sonucu oluşan şey: uzaktaki bir şeyin
görüntüsü, ne kadar yakın olursa olsun.” (Benjamin, 2014:35) “Yeniden- üretim
tekniği, yeniden üretilmiş olanı geleneğin alanından koparıp almaktadır. Bu
yeniden- üretilmişi çoğaltarak, onun bir defaya özgü varlığının yerine, yine
onun bu kez kitlesel varlığını geçirmektedir.”(Benjamin, 2012:55) diyen
Benjamin sanat yapıtının yersiz yurtsuzlaştığını, artık her yerde olduğunun
sinyalini vermektedir. Bu şekilde bir defalıktan çıkan sanat çok defalaşmıştır.
‘Gerçeğin kitlelere
göre, kitlelerin de gerçeğe göre kendilerine yön verdiği’ bir çağda –ki bu çağ
her şeyiyle, her şeyi tahribata uğratan bir çağsa- sanat eserinin de ‘biricik’
kalması ne kadar mümkündür. Tamda Walter Benjamin’in yaşadığı ve bu metnini
yazdığı dönemde her şeyin yeniden üretildiği ve bir çok şekilde üretildiği
gerçeği sanatın üretimini es geçebilir mi? Kitleselleşen toplum sanatın tek
olmasıyla yetinebilir mi? Kitle içinde bireyselleşen kişi sanat eserini ‘el
altında’ bulundurma isteği ve mülkiyet ilişkisi sanat yapıtının yeniden
üretimine ne kadar etkide bulunmuştur? Bütün bu soruların cevaplarının izini bu
metinde rahatlıkla görebilmekteyiz.
Sanat
yapıtının özel atmosferi ona biriciklik özeliği kazandıran temel öğeydi. Bu
sanat yapıtının ilk başlarda dinsel nitelikteki kutsal törenlerin hizmetinde
olmasıyla sağlanmıştı. Bu şekilde sanat yapıtı biricikliğini ilk kulanım yeri
olan kutsal törenlerde bulur. Bu sanata bir kült değer kazandırmıştır. Bunun
yanında esere kült değeri kazandıran başka bir öğede tarihsel süreçtir. (Dewrêş,
2015:24) Yeniden üretimle laikleşen sanat eseri her kesime dağılmıştır. Bu
şekilde dini tahakkümden kurtulan sanat eseri politika ve kapitalist üretimin
egemenliğine girmiştir. Benjamin’in temel kaygısını oluşturan sanat yapıtının
el değiştirmesi, bir nevi nasıl toplumsal mücadele aracına dönüştürülmesi
gerektiği temelinde yatmaktadır ve makalenin özünü de bu kaygı yatmaktadır.
Sanat
yapıtının uzun bir süre kilisenin egemenliğinde kalması onun sergileme gibi bir
derdinin oluşmasını engellemiştir. Sanat
eserine aurayı kazandıran bu kısıtlılık yeniden üretim döneminde bozulmuştur.
Sergileme kavramı önem kazanmıştır. Sanat eseri sergilenmek için yapılmaktadır
gibi bir izlenim doğmuştur. Kuşkusuz bu sergileme işine en büyük katkıyı
fotoğrafın yaygın olarak kullanılması katmıştır. Buna Benjamin’in cümlelerinde
rahatlıkla hissetmekteyiz: “Her geçen gün bir objeyi yakından görmek,
fotoğrafına ya da kopyasına sahip olma isteği daha da artar ve karşı konulmaz
bir hal alır.” (Benjamin, 2014:37)
Walter
Benjamin’in sinema hakkındaki görüşlerini en iyi Freund şu cümlesinde
bulmaktayız: “Teknik gelişme, kendi başına sanatın düşmanı olamaz; ona yardım
edebilir ancak. Ama bu örnekte(fotoğrafçılıkta) teknik gelişme yarım yüzyıl
boyunca, fotoğraf alanındaki portre çalışmalarını her türlü sanatsallığın
uzağına taşımıştır. Rasyonel ekonominin kuralları, insanı makineye bağlı
kılıyordu ve bu durum fotoğraf tarihinde de kendini gösteriyordu. Bundan
sonraki evrede, fotoğraf da toplumun izlerini taşımaya başlayacaktır.” (Freund,
2006:50) Freund fotoğrafçılık hakkında söylediği bu cümleyi Benjamin’de
sinemaya uyarlarsak yerine oturacağı kesindir. Benjamin sinemanın ve de
kameranın sanatın düşmanı olmadığını, asıl meselenin bunun politik yaşamda
elinde bulunduran sınıfın kullanımının önemli olduğunu söylemektedir. Benjamin
sinema hakkında şöyle bir tespitte bulunur: “Sahne sanatçısının sanatsal edimi,
izleyiciye doğrudan sanatçı tarafından, kendi kişiliği aracılığıyla sergilenir;
buna karşılık sinema sanatçısının sanatsal edimi izleyiciye bir aygıt
aracılığıyla sunulur.” (Benjamin, 2012:63) Sinema izleyicisinin bu ediniminden
dolayı tiyatrodaki gibi sinemaya da bir bütünsellik içinde saygı göstermez.
Sinemada bütünselliğin birçok sahnenin montaj tekniğiyle birleştirildiğinin
farkındadır. Bu oyuncuyla kurulmuş herhangi kişisel bir ilişkinin oluşmasını
engellemektedir. ‘İzleyicinin sinema oyuncusuyla özdeşleşmesinin tek yolu,
aygıtla özdeşleşmesidir.’ Bu parçalanma sinema oyuncusu içinde aynı anlama
gelmektedir. Oyuncusu onu çeken aygıt için oynadığı gibi bir gerçekle karşı
karşıya gelmektedir. Bu oyuncunun kendi kişiliğinden ve aurasından vazgeçmesine
sebebiyet vermektedir. Bu vazgeçişin sebebi auranın ancak şimdi ve
burada’lığının olmasıyla bağlantılı olmasındadır. Oyuncu oyununu izleyici
önünde değil, kamera önünde oynamaktadır. Sonuç olarak kendi kişiliğinden
tamamen sıyrılıp, sırf o perdede var olmak adına sanki bir gölge olur ve sadece
çekim anı için var olur. Araç üzerinden sinema oyuncusunun rolünü izleyiciye
aktarması ve star kültü nedeniyle oyuncunun bir nesne gibi bir metaya dönüştürmektedir.
Kuşkusuz bunda tüketim kültürünün etkisi çok büyüktür. Sanat yapıtı öznelliğini
ve burada’lığını kaybederek fetiş objeler haline gelmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Bu tarz üretimin kitlesel tüketimle bağlantısı kuşkusuz büyüktür.
Sinemanın
izleyiciyi pasifleştirdiği, düşünme yetisini büyük oranda deforme ettiği
Benjamin’in şu cümlesinden rahatlıkla anlayabiliriz: “İzleyicinin sinema
çekimleri karşısında yapabilmesi söz konusu değildir. Çünkü belli bir sahneye
ilişkin çekim görüldükten hemen sonra, yerini bir başkasına bırakmıştır. Eski
sahne saptanamaz.” (Benjamin, 2012:74) Bu izleyicinin sanat eserine yoğunlaşmasını
engellemektedir. Aynı düşünceyi Benjamin’le arkadaşlığı bulunan Brecht’te de
görmekteyiz. Brecht sinemanın pasifleştirici etkisini kırmak için “Epik
Tiyatro” şeklinde kurumlaştırdığı teorisinde izleyiciyi aktif konuma taşımaya
çalışır. “Yabancılaştırma”yle izleyici girdiği heyecanlı duygudan kurtularak
filmi daha mantıklı değerlendirmesine önayak olur. Benjamin, sinema sanatında
izleyicinin düşünme yetisini silikleştirmemesi gerektiği, çünkü ‘sanatın
kendini oyalayacak şeyler arayan kitleler yaratması yerine kendisini toparlayıp
yoğunlaşacak izleyiciler oluşturması gerektiğinin’ altını çizer.
Benjamin
sinemaya ilerici bir özellik atfetmekte ve bunu şu örnekle açıklamaktadır:
“Örneğin bir Picasso karşısında son derece geri olan kitle, bir Chaplin
karşısında en ilerici tutumu takınabilmektedir. Bu arada ilerici tutumu
belirleyen nokta, bakmaktan ve yaşamaktan alınan zevkin bu tutum içerisinde
uzmanca bir değerlendirmeyle dolaysız ve yoğun bir ilişki kurmasıdır. Böyle bir
ilişki toplumsal göstergedir.” (Benjamin, 2012:69) Benjamin için sinemayı
ilerici bir konuma yerleştirmesin başka bir sebebi de henüz erken bir tarihte,
sonraki dönemin koşullarının oluşturulmasıyla bağlantılıdır; “Eskiden beri
sanatın en önemli görevlerinden biri, eksiksiz karşılanabilmeleri için zamanın
henüz erken olduğu istemleri üretmek olmuştur.” (Benjamin, 2012:73) Kendinden
sonraki sanat istemlerini üreten sinema bu açıdan ilerici bir konumda
durmaktadır.
Hayatı belli
teknikle bir araya getiren ve uzaktaki görüntüyü bağlamından kopartıp beyaz bir
perdede donduran sinemayı Benjamin şöyle tanımlamaktadır: “Daha sonra sinema
geldi ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman
parçacıklarının dinamitiyle paramparça etti; şimdi bu dünyanın geniş bir alana
dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.” (Benjamin,
2012:72)
Makalenin
‘Sonsöz’ bölümünde, ‘Faşizmin çoğalan kitle oluşumlarını ve proleterleşmiş
kitleleri diskalifiye etmek ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadan örgütlemek istemektedir’
diyen Benjamin, “Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerinin kendilerini ifade
edebilmelerini (elbette haklarını tanımaya yanaşmaksızın) sağlamakta
bulmaktadır.” (Benjamin, 2012:77) demektedir. Benjamin, bu mülkiyet
koşullarının korunmasının savaşla sağlandığını ve ‘sanat olsun, isterse dünya
batsın’ demenin yerin sanatın politize edilmesiyle çıkış bulunabileceğinin
yolunu göstermektedir.
Kaynaklar:
Baudrillard,
J. (1998). Simülakrlar ve Simülasyon.
Çev: Oğuz Adanır, İzmir: Dokuz Eylül Yayınları.
Benjamin, W.
(1998) Öykünme Yetisi Üzerine, Defter
Dergisi, Çev. Zeynep Sayın 34, 11-13
Benjamin, W.
(2012) .“Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden
Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı”, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, İstanbul: Yapı
Kredi Bankası Yayınları s: 50-86
Benjamin, W.
(2014). Fotografinin Küçük Tarihi. Çev:
Barış Tanyeri, İstanbul: 6:45 Yayınları.
Dewrêş, H.
(2015, İlkbahar). Di navbera deshilat û hûnerê
de Walter Benjamin (iktidar ve sanat kıskacında Walter Benjamin) Zarema, 5,
22-29
Freund, G.
(2006). Fotoğraf ve Toplum.Çev: Şule
Demirkol, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Sinemayakurdi.com da ki yazıyı buradan okuyabilirsiniz.
Sinemayakurdi.com da ki yazıyı buradan okuyabilirsiniz.