BRECHT’İN YABANCILAŞTIRMASINDAN HAREKETLE DOGVİLLE ARAMIZDA ÇİZİLEN SINIR
Sahne
bugünde yüksektedir ama artık dipsiz bir uçurumdan
yükselir
gibi değildir, bir kürsüye dönüşmüştür.
Şimdi amaç,
bu kürsüye yerleşmeyi başarmaktır.
Walter Benjamin
Geleneksel
sinemanın amacı, izleyiciyi hayatın keşmekeşsinden sıkıntılarından,
uzaklaştırarak onlara bir nevi hayali bir dünya sunmaktır. Geleneksel sinemanın
kullandığı teknik, binlerce yıllık dram geleneğinden alınan, neden –sonuç ilişkisine
dayalı, korku, sevgi, heyecan, hayıflanma, gerilim ve en sonda da rahatlama ve
arınma(katarsis) duygularını harekete geçiren klasik dramatik yapıdır.
Aristotales’ten devralınan bu yapı izleyicideki tutkuların temizlenmesi olarak
tanımlanır. Aristotales’in bu formülasyonu yıllardan beri kullanılmaktadır.
Eskiden tiyatroda kullanılan bu yapı –hala da kullanılmaktadır- günümüzde
sinema üzerinden devam ettirilmektedir. Bu klasik yapıya bir karşı çıkış olarak
Epik Tiyatro teorisini kuran Brecht, sinema ve tiyatro anlayışında derin
değişmeler yaratmıştır. Brecht’in estetik kuramının temelinde 8 tane kavram
vardır. Naivete, Mesel Çalışması, Epizotik anlatım, Gestus, Yabancılaştırma,
Tarihselleştirme, Anlatımcı yapı, Göstermeci oyunculuk.
Biz
bu yazımızda Brecht’in bu 8 kavramından “Yabancılaştırma” üzerine duracağız.
Bunu Lars von Trier’in Dogville filmi üzeriden yapacağız. Elbette filmde
Brechtin kurumsulaştırdığı bu kavramlardan birçoğu yer almaktadır, yer yer
bunlara değineceğiz ama yazının ana konusu filmde “Yabancılaştırma” olacaktır.
Özet şeklinde söze başlayacaksak Brecht’eki
yabancılaşma Marx’ın belirttiği kişinin kendi emeğine yabancılaşmanın
yabancılaştırılmasıdır. Marx’ta ki yabancılaşan birey Brecht’in
yabancılaştırmasıyla tekrar kendine, emeğine, özüne dönmektedir. Geleneksel
sinema ve tiyatroda ol(a)mayan bu kavram ilk defa 1936’da Brecht tarafından
yazılan “Çinlilerin Tiyatrosu Üzerine” adlı eserinde kullanılmıştır. Mutlu Parkan
Brecht Estetiği ve Sinema adlı kitabında, Brecht’in bu kavrama yaklaşımını şöyle
açıklamaktadır: “Modem toplumlarda yabancılaşma 'insancıl anlamların yitirilmişliğidir.
Brecht ise, 'insancıl anlamları' bulmak için yabancılaştırma kavramına yönelir.
Brecht, kendisini bu yönelişe götüren olayı şöyle açıklamaktadır: “Oyunlarımı,
Marx'ın Kapital'ini okuduğumda anladım.(…) Bu sözlerimle, Marx'ı okuduğumda,
farkında olmaksızın bir sürü Marksist oyun kaleme almış olduğumu anladığımı
söylemek istemiyorum hiç kuşkusuz. Ama bu Marx, bugüne dek tam benim
oyunlarının seyircisi diye nitelendirebileceğim tek kişiydi. Çünkü onun
konularıyla uğraşan bir adamın, doğrudan doğruya bu tür oyunlarla ilgilenmesi
doğaldı. Bunun nedeni ise oyunlarımda belirginleşen kavrayış gücü değil, fakat
Marx'ın kavrayış gücüydü. Oyunların içeriği, onun için sezgi malzemesiydi.” (aktaran
Parkan, s.39)
Diyalektikle bağlantısını daha iyi anlayabilmemiz
için Brecht’in yazdığı Diyalektik ve Yabancılaştırma adlı yazısında yabancılaştırmayla
ilgili söylediklerine bakmak daha açıklayıcı olacaktır.
2. Anlaşılırlığa kadar anlaşılmazlığın yığılması
(Niceliğin niteliğe dönüşümü).
3. Genel'in içinde özel (Olayın kendine özgülüğü,
bir seferliği, bunun yanı sıra tipikliği).
4. Gelişmenin anı (Duyguların başka karşıt
duyguların üzerine- içine geçişi, her birinde aynı anda eleştiri ve
özdeşleşme).
5. Çelişki (Bu ilişkiler içinde bu insan, bu
davranışlara bu sonuç).
6. Bir şeyin bir başkasıyla anlaşılması (Başlangıçta
kendi başına bağımsız anlamı olan bir sahne, öteki sahnelerle bağlantıları
yoluyla ayrı bir anlamın da katılmasıyla yeniden keşfedilir).
7. Sıçrama (Saltus naturae, sıçramalarla epik
gelişim).
8. Zıtların birliği (Bütünün içinde zıtlar aranır,
ana ve oğul -"Ana"da- dışarıdan bakılınca bir bütün iken, ücretten ötürü
birbirlerine karşı mücadele verirler).
9. Bilmenin pratikleştirilebilirliği (Teori ve
praxis birliği)”
Peter Wollen,
Hollywood’un (genelde ticari sinemanın) kalıplarını yedi madde halinde özetler
ve bunlara sinemanın yedi büyük günahı der. Bu sinema anlayışının dışına taşan
anlatı modellerini de yedi madde halinde özetler ve bunlara da sinemanın yedi
büyük erdemi der. (aktaran
Yılmaz, s.79) Wollen, sinemanın yedi büyük günahı arasında yer alan ‘Özdeşleşme’nin
karşısına, sinemanın yedi büyük erdeminden biri olan ‘Yabancılaştırma’yı
yerleştirir. Yabancılaştırma’nın
olmadığı Hollywoodvari filmlerde bütün sunumlar egemen ideolojinin
benimsetilmesi işlevi görmüştür. Sahnede akan görüntünün oluşturulmuş bir görüntü
değil de gerçeklik kaydı olduğu yanılsamasına kapılarak benimsetilmeye
çalışılan egemen bakışın onaylanması sağlanmıştır. Baştan sona yanılsama olan
bu tarz filmlerin yabancılaştırma efektini kullanmamalarının bir sebebi de
budur.
Brecht’in yabancılaştırma kavramına açıklık getirmeye
çalıştıktan sonra yazımıza konu ettiğimiz Lars von Trier’in Dogville filminde
yabancılaştırma konusu üzerinde durup bu yabancılaştırmanın izini sürebiliriz. Film
üçüncü kişi anlatıcısının "Bu Dogville kasabasının hazin öyküdür"
cümlesiyle başlar. Amerika'da uzak bir dağ ve tenha kasabasında günlük ve sıradan
hayatlarını sürdürmeye çalışan “ahlaklı” insanlar, gangsterlerden kaçan ve
kasabaya sığınan bir kadın, sonrasında Dogville kasabasında yaşanan değişimler.
Kasabalılar ilk başta güzel ve gizemli Grace'i aralarına dahil etmek konusunda karasız
kalırlar ama bir şekilde buna ikna olurlar ama kasaba halkı ve Grace için bu
yeterli olmaz çünkü her iyiliğin bir karşılığı olmalıdır. Grace için yeterince
lütufta bulunduklarını düşünen kasaba halkı çok az para karşılığında ona
gündelik ev, bahçe işlerini yaptırırlar. Tüm bu eziyetlere tahammül eden Grace'nin
bu yumuşak başlı ve hoşgörülü tavrı kasaba halkının ilkel duygularını daha da
ortaya çıkarır.
Ana akım sinemanın temel unsurlarından biri olarak
izleyicinin filmin içine girmesi, bir karakterle kendini özdeşleştirebilmesi ve
bir film izlediğinin farkında olmaması durumunu sayarsak, Dogville filmi bu
ezberi tamamıyla bozuyor. Sahnede teatral bir gösterim varken film size onun
gerçek olmadığını belirtiyor. Hem filme dahil olmuş hem de sadece izleyen
konumunda kalmış oluyoruz.
Brecht’in “Epik Tiyatro” olarak bilinen teatral
yaklaşımını sinema perdesinde yeniden hayata geçiren Trier’in Dogville filmi,
Brecht’in çoğu tekniklerini içinde barındırsa da en göze çarpan yabancılaştırma
tekniğidir. Anti-illüzyonist anlayışta olan filmde yabancılaştırma girişte
başlamaktadır. Üçüncü kişi ağzıyla anlatılan hikaye hemen izleyiciye sınırı
çizmektedir. Bu üçüncü kişi anlatımı anlatılanın/gösterilenin senaryo olduğunu hemencecik hissettirmektedir. Bu
anlatını tarzının kahramanlara fazla ‘söz hakkı’ vermemesi, onların yerine
–aynı zamanda izleyicinin de yerine- geçmesi yazıda konu ettiğimiz
yabancılaştırmaya örneklerdir.
Daha anlatıcı
sorunun kafamıza oturtup koltuklarımıza yerleşmeden bu sefer Trier başlı başına
başarı örneği olan sahne metaforuyla karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel stüdyolardan
farklı olarak tiyatro sahnesi şeklinde bir sahnede duvarları olmayan evlerde yaşayan
küçük bir kasaba, hem de tiyatro sahnesine yerleşebilecek kadar olan bir
kasaba. Filmdeki en büyük yabancılaştırma örneği olan bu teknik, beyni dumura
uğratmakta kahramanlarla izleyici arasında fiziksel olarak dokunabileceğin bir
sınır çizmektedir. Bu sahne tekniği hem sürekli ana karaktere odaklanmamızı
engellemekte hem de bütün oyuncular gözlerimizin önünde olduğu için izleyiciyi
yeteri kadar yormaktadır. Bu kameranın üsten çekimiyle bütün kasabanın
görünmesi doruk noktasına çıkmaktadır. Stüdyodaki evlerin duvarlarının çizgi
şeklinde çizilmesi ama buralara görünmeyen kapılardan girilmesi de izleyicinin
kafasında yeni pencereler açmaktadır-elbette görülen pencereler-. Çok ince
şeklinde yerleştirilen bu yabancılaştırma efektleri izleyiciye bakış açısı
atlattırmaktadır. Kapıyı görmediğimiz halde kolun çevrilişi, kapı sesinin
gelmesi…
Dogville’de bir
başka yabancılaştırma öğesi de kameranın sürekli sallanışıdır. Filmde
konvansiyonel sinemasının geleneksel çekim tekniklerinden farklı olarak,
yabancılaştırmayı göstermek amacıyla Yeni Dalga’dan alınan ileri sıçramalar,
uzun çekimler, omuz kamerası, alışılmamış yakın çekimler gibi çekim teknikleri
kullanılır. Filmde en dikkat çeken şey yakın çekimlerde kameranın sürekli
sallanıyor olmasıdır. İzleyici koltuğuna iyice yerleşip kahramanın ruh haline
gireceği anda kamera sallanışları bu heveslerini boşa çıkarmaktadır. Burada
dikkat çeken başka bir konu ise kameranın kahramanın yüzüne çok odaklanmaması,
hızlı gidiş ve gelişlerle izleyiciyi yanıltması, sahneyi ve sahnedeki oyuncuları
yersiz yurtsuzlaştırmasıdır. Bunun yanında filmin ortasında da kameranın
sahneden uzaklaşıp yakınlaşması, üst çekim sayesinde izleyici olarak defalarca
bunun bir film olduğu gerçeğiyle burun buruna geliriz.
Trier’in uyguladığı
sahne tekniği sayesinde filmin kahramanı olan Grace’nin üzüntüsüne ortak
olamıyoruz. Grace’nin üzüntüsüne sebep olmuş kişiler veya şartlar hemen arka
tarafta bütün çıplaklığıyla durmaktadır. Kamera açılarının başarılı bir şekilde
kullanılmasıyla stüdyonun bütün köşelerine sızma şansı yakalıyoruz.
Filmin parçalı
şekilde akması ve bu parçalı halin bölüm yazılarıyla belirtilmesi
yabancılaştırma işlevi görmektedir. Elbette burada Brech’tin Episodik anlatı
tekniğinin rolü vardır. Bu şekilde izleyicideki sorgulama yeteneğinin
körelmemesi ve aşırı heyecana katılıp sorgulama yetisini kaybetmemesi için
baştan bölüm hakkında bilgi verilir.
İzleyicicinin
davranışlarını beklediğinin karşıt tarafına yönlendiren ve gündelik hayat ve
pratiklerine yabancılaştıran şartlanmış sonlardan ya da kaderinden kurtaran,
yaşanılanın olması gerektiği için yaşanıldığı anlayışından sıyıran ve bunu
izleyiciyi de işin içine katarak yapmasıdır. Brecht, “hiç düşünmeden öylece
zaten anlaşılıyor sanılan bir şey, [yabancılaştırmayla] özellikle anlaşılmaz
duruma bile getirilebilir. Ama bir koşulla: Böylece sonunda gerçekten
anlaşılmasını sağlamak adına” diyerek, yabancılaştırmanın gördüğü işlevi
açıklamaktadır. Yabancılaşmanın seyirciyi provoke eden, rahat koltuğunda
uyuşmasını engelleyen yönü ortaya çıkarılmaktadır. Böylece seyirci izlediği oyunu bilincini yitirmeden
sahnede gösterilenler üzerine düşünme olanağını bulur.
Dogville’de
yönetmen, izlenenin gerçek olmadığını bize tekrar tekrar hatırlatarak bu
döngüyü kırmayı hedefliyor. Mütevazı bir şekilde; izleyen değil gören olmamızı
istiyor. Yabancılaştırmanın en büyük
amacının yönetmenin ortaya attığı soruların izleyiciler tarafından aklıselim
şekilde tartışılması ve yanıtlanması olduğundan yola çıkarsak Dogville’nin bunu
hakkıyla başardığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kaynak:
Yılmaz Ertan,(1997).
1968 ve Sinema. Ankara: Kitle
Yayınları.
Parkan Mutlu,
(1983). Brecht Estetiği ve Sinema. Ankara: Dost Kitapevi.
Karlı Tezgören A.
(2007). Brech Estetiği’nin Türk Sineması’ndaki Yansımaları. (Basılmamış
yükseklisans tezi). İstanbul: Yeditepe Üniversitesi.
Yıldırım D. (2012
Güz). Teatralliğin Sinemadaki İzleri: Dogville Gerçek Bir Oyunun Filmidir.Tiyatro
Araştırmaları Dergisi, 34, 33-43
(Sinema ve Modernizim dersi için hazırlanmıştır)
Sinemayakurdi.com'da ki yazıya buradan ulaşabilrsiniz.
(Sinema ve Modernizim dersi için hazırlanmıştır)
Sinemayakurdi.com'da ki yazıya buradan ulaşabilrsiniz.
Hiç yorum yok: